TOPLUMSAL ÇATIYI ANLAMAK

“ Hür bir Devletin yurttaşı ve Egemen Varlığın bir üyesi  olarak bu toplumsal çatı altında doğduğuma  göre, kamu işlerinde sesimin etkisi az bile olsa, vergi vermem,  mecburi  askere alınmam ve oy verme hakkım bana nasıl yönetildiğimi bilme ve inceleme ödevi yükler.”   J.J. ROUSSEAU.

        Anlayış hürriyetin başlangıcıdır. Çünkü hürriyet çevremiz üzerinde egemenliğimizi sağlar; anlamadığımız herhangi bir nesneye rastlantı   ya  da şans  dışında egemen olamayız. İnsanın doğa karşısında hür olması, onun nerede bağımlı, nerede egemen durumda bulunduğunu bilmesine bağlıdır. Gerçekten, yıldızların yolunu değiştirmek, güneşi soğutmak hiçbirimizin elinde değildir. Böyle durumlarda insan için tek çıkar yol, bu değişmez, belirli zorunlulukları benimsemek, onlara uymak ve yaşamı onlara göre düzenlemektir. Oysa, başka durumlarda kendimiz doğayı belirleyen öğeler olmaktayız. Doğanın güçlerinden yararlanarak meydana getirilen sonucun başlıca nedeni bizleriz. İyiliğimize ya da kötülüğümüze dokunacak nesneleri biz kendi seçimlerimizle belli ederiz. Üzerinde yaşadığımız toprak da bizim eserimiz değildir. Ama, bu toprağı kullanmak, verimini arttırmak bizim elimizdedir.  Bunun için ilk işimiz aklımızı kullanmak olmalı.    Aklımızı kullanmak ve anlayış gücümüzü arttırmakla bağımsız bir kişiliğe kavuşuruz.

     Bir elektrik devresi aşırı yüklendiğinde, ilk iflas edecek parça sigortadır.  Sigorta, devrenin diğer parçalarına göre yüksek voltaja daha az dayanıklıdır ve sisteme bilinçli olarak yerleştirilmiştir. Elektrik akımı güvenli kabul edilen gerilim sınırlarının üstüne çıktığı anda, sigorta diğer bütün parçalardan önce yanarak bütün elektrik devresini ve devreden yararlanan sistemleri kapatır ve bu sayede tesisatın kullanılmaz hale gelmesini engeller. Yani sigorta sistemdeki diğer parçaların yanmasını ve tamiri mümkün olmayan kalıcı hasarların oluşmasını engelleyen bir güvenlik aracıdır. Mesele toplumu değerlendirmek olduğunda genel algı, bütünün niteliğinin, parçalarının ortalama niteliğiyle ölçülebileceği ve ölçülmesi gerektiği yönündedir. Hatta toplumun refah seviyesinin, karşılaşılan engelleri aşabilmekteki dirayetinin ve bunu kollamakla mükellef yönetici kesimin başarısının veya başarısızlığının yegane göstergesi, sıklıkla bireylerin ortalama geliri ve varlığı olarak kabul edilir. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin boyutu hesaba katılmaz. Bu uygulanan politikadan öne çıkan sonuç, toplumsal gelir ve zenginlik dağılımının en alt tabakasında olan kesimin “altsınıf” kategorisine hapsedilmesidir. Bu  “altsınıf”, nüfusun geri kalanının aksine, hiçbir sınıfa ait olmayan, dolayısıyla özünde topluma ait olmayan bireylerin oluşturduğu topluluğa denir. Diğer bir ifade ile “altsınıf” anlamlı bütün sınıflandırmaların dışında kalmaktır. Toplumların toplumsal çatılarını oluşturan  “devlet”lerde de sigorta en zayıf konumdaki dışlanmış bireylerdir. Bu sorun; İnsan çilesinin oluşmasına sebebiyet veren sistemlerin çözmek zorunda kaldığı sorunlar yığını arasında en tehlikeli olmanın tüm işaretlerini taşıyor.  

    Zekanın ve hayal gücünün ürünü olan eserlerin çoğu, bir yemek sonrası saati ile bir nesil arasında değişen bir periyot içinde, herhangi bir iz bırakmadan yok olmaktadır. Buna rağmen, bu eserlerden bazıları, unutulma ve yok olma tehlikesi ile de karşılaştıkları halde insanlığın kültürel mirasının belli belirsiz parçaları olarak değil; herkesin görüp dokunabileceği, kendilerine özgü görünüşleri, derin yaraları ile yeniden ortaya çıkmakta ve yaşamaktadırlar.  Günümüzün  yenisi olan küreselleşme denen olguda yüzleşmemiz gereken ilk uçurum “iktidar” ve “siyasetin” ayrılmasıdır. “İktidar” özetle bir şeyleri yapabilme yetişi anlamına gelir. “Siyaset” ise nelerin yapılması gerektiğine karar verebilme gücüdür. Yakın zamana kadar iktidar ve siyaset yakın işbirliği içerisinde “ulus-devletin” hükmündeydiler. Mevcut düzende uygulamalara karar veren bu iki kuvvetti ve öyle kalmalıydılar. Aynı bir devletin toprakları üzerindeki “egemenliğinin” kati, bölünmez ve tartışılmaz olduğu gibi.  Ulus-devletin bu yetkileri Manuel  Castells’in “akışlar uzamı”(serbestçe süzülen sermaye) olarak adlandırdığı ve ulus devletlerin erişemediği bu alanda eriyip gitti. Artık “siyasetten bağımsız iktidar ve iktidardan yoksun siyaset” var. İktidar küresel; siyaset ise acınacak derecede yerel. Gezegenin zenginliklerinin yüzde 90’ ı gezegende yaşayanların sadece yüzde 1’inin elinde. Bunlar “akışlar uzamını” oluşturanlardır. İkinci uçurum “demokratik haklar ve onlara eşlik eden özgürlüklerin”  teoride mevcut pratikte sağlanamıyor olmasıdır. Bu, çaresizliğin acısının üstüne bir de bahtsızlığın utancını ekler. Eğer siyasal haklar toplumsal hakları yerlerine oturtmak için gerekliyse, toplumsal haklar da siyasal hakları “gerçek” kılmak ve onların yürürlükte kalmasını sağlamak için elzemdir.  Sosyal Devlet olmayan ve olmayı reddeden politik bir devlet, asla zenginleri bireysel güç kullanmaktan, fakirlere de acizlikten kurtuluşu vaat edemez.  Üçüncü uçurum ise yeni yönetimsel felsefe; kapsamlı “serbestleştirme” üzerine kuruludur. Serbestleştirme çokuluslu firmaların ulus devlet bürokrasisi tarafından dayatılmak istenen davranış kalıplarını parçalamak demektir. Doların 1971 de altın paritesinden ayrılmasıyla (dolar artık altın karşılığı basılmaz) bir kağıt olan dolarla evrenin satın alınmasıdır. Kağıt parçası olan doların küresel ölçekte serbestçe hareket edebilir hale gelmesi söz konusu olduğunda, ekonomik gelişme, eşitliğin gelişmesine dönüşmüyor. Aksine: zenginleri daha çok zenginleştirmekte, fakirleri de daha da çok yoksullaştırmaktadır.  Dolaşımın açık olması sınır kontrolünü kaldırır ve egemenliği yok eder, belirsizlik yaratır. “Belirsizlik” bizim durumu algılama, kendimize güvenerek hareket etme, koyduğumuz hedeflerin peşinden gitme ve onlara erişme kapasitemizi yok sayar. Onlar artık devletlerarası sınırları, yerel çıkarları ve belli sınırlar içerisinde etkin olan kanunları önemsizleştirebilecek veyahut görmezden gelebilecek kadar güçlü ve hareketliler. Böylece kendiliklerinden görüşlerini ortaya koymayan “toplumsal çatılar”- devletler, zorlandıkları an mevcut düzeni (küreselleşmeyi) kabullenmeye hemen istekli oldular.

   Ulus- devletin  etkin bir şekilde hareket etme gücünü elinden alan yeni düzen,  onun  önceden üstlendiği görevlerin giderek daha fazlasını artık bireylerin zekası, ilgisi ve sorumluluğuna bırakmaktadır. Diğer bir ifadeyle, bireylerden toplumsal olarak yaratılan sorunlara çözümler bulmaları isteniyor. Bizden istenen bu görevleri kutsal emirler olarak kabul ettiğimizde tapınmak için koşacağımız mabedi bomboş bulacağız. Şafağın pembeliği hiç de kolay solmayacak.

         Toplumsal çatıyı oluşturan devlet ve onun kurumlarının hepsi, insanoğlunun gelmiş geçmiş çabalarının ürünüdür. Hepsi insan ürünü olduğu için bunlara boyun eğmek ya da söz geçirememek diye bir şey yoktur. Bunlar daha çok insanın kendi içinde meydana gelen nedenlerle yoğurulmuştur. Demek  ki, bunlarda insanın iradesiyle  değiştiremeyeceği hiçbir şey yoktur . İnsanlığın başına dolanan eşitsizlik, adaletsizlik, haksızlık, yoksulluk, işsizlik ve bilgisizliği önlemek elimizdedir. Çünkü yararlandığımız bütün uygarlık nimetleri  insan emeğinin ürünüdür. Aynı mantık çerçevesinde denebilir ki, uygarlığın başına gelen bütün kötülüklerden gene insan sorumludur. Eğer bir fizikçi, aynı mekanizmanın farklı zaman ve farklı yerlerde farklı bir şekilde çalıştığını gözlemlerse, doğal olarak bu mekanizmanın fonksiyonunun, kendisi dışında birtakım şartlara bağlı olduğu sonucuna varır. Bizde toplumsal çatımızın yönetim biçimine bakarak aynı sonuca varabiliriz. Kalkınma “insan hakkı “olarak kabul ediliyor mu ?  Toplumsal çatının her noktasında yöneticilerimiz irade kullanma özgürlüğüne sahip mi? “Hak-Merkezli” bir yönetimimiz mi var.

        Ahlaki ve toplumsal bir ideal olarak insanların birbirleriyle ayni insan doğasına sahip olmak bakımından aynı konum ve değerde olmaları hali onların birbirleriyle eşdeğerde olduğunu, bundan dolayı insanlar arasında ayrım gözetilmemesi gerektiğini dile getiren ilkedir. Zaten “eşitlik” ilkesi göz önüne alındığında birbirleriyle aynı olan şeylere karşı eşit bir şekilde muamele edilmesi gerektiğini ifade eder.  Pope’un dediği gibi,  “ insanlığa en yarışan inceleme konusu insandır” ve yurttaş olarak insana düşen ilk ödev de toplumsal çatısının onu nasıl değerlendirdiğini bilmektir.   Bu, her bireyin kendine karşı bir borcudur çünkü devlet herkesi ilgilendirir. Devleti anlamak topluma karşı da bir ödevimizdir, çünkü siyasetten uzak duran kimse kamu yaşayışı içinde payına düşen yükümlülükten kaçınan bir vergi kaçakçısına benzer.

     Yeni bir hayat ya da hayata verilen yeni bir anlamın ortaya çıkması için gerekli kişisel kudret ve inanca sahip oluş yeterlidir.

                                                                                                                                   AHMET YILMAZ

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir